Mısır – Gezi Yazısı
Nisan ayının ilk haftası,bir akşam üzeri Giza’nın batısında küçük bir havalimanı olan Sphinx’e indik. Beklediğimiz karmaşa ve kalabalıktan eser yoktu. Dışarıda ise yolcuları bekleyen taksiler, birkaç yolcu ve polisler vardı. Biraz ileride küçük bir cami ve önüne park etmiş arabalar az da olsa seçilebiliyordu. Gurubun kızıllığı başlamış, göğü altın bir renk kaplamıştı.
Otele geçmek için havalimanı taksileri yerine Uberi kullandık. Bulduğumuz ilk Uber şöförü ile pazarlık aşamasından sonra anlaştık. Kalacağımız yer New Cairo dedikleri yeni yerleşim yeriydi. Uber şöförü ile yarı Arapça yarı İngilizce anlaşabildik. Yol epey uzun sürdü. Bir saat kadar. Giza’dan Kahire’ye doğru yol kenarındaki koca bilboardlar, İngilizce yazılı lüks gayrimenkul ilanları, kırmızı tuğlalı, sıvasız, otobanın hemen bitişiğindeki büyük apartmanlar Nil’e varınca yerini eski binalara, neon ışıklara bıraktı. Giza’yı geçip Kahire’ye varmıştık artık. Piramitler de arkamızda kalmıştı. Nil nehrini az da olsa koca binaların arasında seçebildik.
Kahire merkezini geçip yeni şehre vardık. Yeni şehir büyük bir alana kurulu, tertipli güzeldi. Otele vardığımızda gece çökmüştü. Hava beklediğimden daha serindi. Gündüz vaktinin sıcak havası, gece, yerini serin esintili bir havaya bırakmıştı.
Büyük Kahire, Nil’in iki yakasına kurulmuş. Batı yakası Giza, doğu yakası ise Kahire. Sonraki gün, Nilin çatallandığı ve sonrasında birleşerek nehrin ortasında küçük bir ada oluşturduğu Zamalek semtine uğradık. Taksi şöförüne göre burası Kahire’nin en güzel yeriymiş. Yıllanmış ağaçların altındaki kaldırımlar, eski heybetli zamanlarını anlatabilen güzel binalar ve elçilikler, burasının ihtişamını geçmişten şimdiye taşıyorlardı. Semt bana Kadıköyün eski zamanlarını hatırlattı. Binaların pencereleri çöl kumlarının izlerini taşıyordu. Sokaklar“Necip Mahfuzun “Nisan,toz ve yalanların ayı” sözünü sayıklıyordu. Zamalek güzel, güvenilir bir adacıktı. Her iki yanında Nil’e bakan kafeler, oteller vardı. Adanın karşı kıyısı olan Giza’da derme çatma evler de seçilebiliyordu .
Adanın sonuna doğru saray köprüsü sonrasında ise Salahaddin Eyyubi camisine vardık. Biraz ötede karşı yakada ise Mehmet Ali Paşanın sarayı ve kulesini görebiliyorduk. Yemyeşil bahçesiyle Nil’in kenarına kurulu bir saray. Sarayın karşısındaki kıyıda ise eski mimariye sahip evler kuruluydu. Biraz ilerledikçe eski mimari sonlanıp kırmızı tuğlalı , özensizce bitişik nizam yapılmış çarpık bir mimari başlıyordu. Bu düzen İstanbul’da tarihi yarımada kısmında, Eminönü taraflarında da böyledir. Eski Kahire’de dolaşırken kendimi daha çok Kapalıçarşı veyahut eski İstanbul’un bir uzantısında yürüyormuş gibi hissettim. İleride meşhur Tahrir meydanı, Mısır müzesi bulunuyordu. Mısır Müzesi kırmızı renkli, Fransız mimarisine sahip ihtişamlı olmasa da zamanına göre büyükçe bir müzeydi. 19. yüzyılda Mısır Hidivi Abbas Hilmi paşa tarafından temelleri atılmış. İçerisinde birçok galeri ve 120 binden fazla tarihi eser bulunuyormuş. Müzeyi gezme fırsatımız oldu. Antik Mısır medeniyeti kalıntıları görülmeye değerdi. Müzenin içi epey kalabalık ve dünyanın birçok yerinden gelen turistlerle doluydu. Üst kattaki Tutankhamun ve Tanis galerileri piramitlerdeki mezarların ne denli zengin hazineler barındırdığını gösterebiliyordu . Roma ve Antik Yunan dönemine ait birkaç eser de müzede sergileniyordu.
Müzenin çıkışından sola sapıp biraz yürüyünce Tahrir meydanına vardık. Birkaç gün sonra buraya yolumuz tekrar düşecekti. Meğer Abu Tarek adlı meşhur bir koshari restorantı saray köprüsü ile Tahrir meydanı arasındaki sokaktaymış. Abu Tarek’a vardığımızı etrafındaki kalabalıktan anladık. Hem turistler hem de yerel insanlar koshari yemek için akın ediyordu. Bütün baklagillerin karıştırılıp üzerine de sos dökülerek yenilen doyurucu ve lezzetli bir yemek.
Aslında, gezinin ilk günü Piramitleri gezdik. Piramitlere gitmek için Kahire’den Gizaya doğru taksi ile yola çıktık. Gizayı geçince kırmızı tuğlalı , sıvasız binalar tekrar başladı. Taksi şöförüne göre bu binaların bulunduğu alan eskiden türlü meyve ağaçları ile kaplıydı. 45–50 sene önce bu binalar inşa edilmiş. Kırdan kente göçün alameti farikası bu çarpık kentleşme olmalıydı. Nihayetinde 1950’lerden günümüze nüfusu 2 milyondan 22 milyona çıkmış bir şehir Kahire. Aracımız Piramitlere doğru giderken Gizanın sokaklarından geçtik. Uzaktan beton griliği ve tozla kaplı duvarlardan başka birşey seçilmese de sokakların içine daldığımızda Nil’in etkisini görebildik. Evlerin etrafını saran ekili tarlalar, palmiye ağaçları ile bir kasabayı andırıyordu. Üç büyük piramide vardık. En büyüğü Khafre adlı firavunun piramidiydi. Müzedeki galerilerden birisi piramitten çıkarılan mumya ve hazineleri de sergiliyordu. Epey nemli ve yorucu bir tırmanışla piramidin içerisinde yapılmış küçücük odaya vardık. Ancak piramitin içerisine basamaklı daracık bir tünelden girdiğimizde vardığımız küçük oda bomboştu. Daracık tünelden tekrar geri döndük. Piramitlerin etrafından dolaşılıp tepeye kurulu bir alana panoramik resimler için çıkılıyormuş. Biz de şimdiye kadar gördüğüm en ısrarcı ve kıvrak iletişime sahip insan olan Mansur’un atlı arabası ile çıktık. Türlü taktiklerle beni daha fazla yeri görmek için ikna etmeye çalıştıysa da başarılı olamadı. Resimleri çekip geri döndük. Beni ikna edemese de yaşlı bir amca olan Mansur’un işini iyi yapan birisi olduğuna ikna oldum.
İkinci gidiş noktamız ise Khan Khalil adlı eski çarşıydı. İftar sonrası akşam saatlerinde Khan Khalil’e vardık. Sokaklar, ramazan süsleri ile donatılmıştı. Çarşı esnafı küçük öbekler halinde toplanmış, iftar ediyorlardı. Dar sokaklarda sıralanan küçük dükkanlar Kapalı Çarşıyı andırıyordu. Kalabalığa alışkın olsak da özellikle bazı sokaklardaki çocukların ısrarla bir şeyler satmaya çalışması bizi yormadı diyemem. Çarşının içerisinde hediyelik eşya, mücevher satan birçok mağaza bulunuyordu. Birkaç tane de güzel kafe gördük. Mısırlı meşhur şarkıcı Üm Khaltum’un isminin verildiği bir kafeye oturduk. Biraz oturup nefes almak için güzel bir yerdi. Birkaç hediyelik eşya alıp , sokakları dolaştık. Khan Khalil’in dışına doğru yönelip bir sur kapısından çıktık. Bab al Futuh denilen sur kapısından uzaktaki Selahaddin Eyyubi kalesi seçilebiliyordu.
Gezinin son gününe ise Selahaddin Eyyubi kalesi ve içerisindeki askeri müzeyi ziyaret ederek başladık. Kalenin içerisinde büyük denilebilecek bir saray ve yanı başında da Mehmet Ali paşanın yaptırdığı cami vardı. Sarayın bahçesinde Mehmet Ali Paşa’nın ailesinin Mısırı yönetmiş hükümdarları sıralanıyordu. En başta da tüm heybeti ve elinde kılıcı ile Mehmet Ali Paşa ziyaretçileri selamlıyordu. Mehmet Ali Paşa camisi Osmanlı mimarisi ile yapılmış birçok farklı dönemden eklemeleri olan bir camiydi. İçerisinde Mehmet Ali Paşanın kabri bulunuyor. Caminin arka tarafı bir tepeden eski Kahire’yi, Gizayı ve Piramitleri görüyordu. Resim çekmek için güzel bir nokta.
Kaleden inip birkaç yüzmetre yürüyünce meşhur Sultan Hasan medresesi ve Al-Rifâî camisine vardık . 14 ve 19. yüzyılda iki farklı dönemin mimarisi ile yapılmış görülmeye değer iki güzel eser. Alrifai camisinin içerisinde hem tarikat büyüklerinin zaviyeleri hem de hidiv ailesinin mezarları bulunuyor . Caminin pencerelerine işlenmiş çintemani desenleri , Selçuklu mimarisinden tanıdık geldiği için ilgimi çekti.
Geziyi planlarken beni en çok merak ettiren Nil’di. Heredot bile Mısır, Nil’in hediyesidir demiş 2500 yıl önceki ziyaretinden sonra. Her sene temmuz ağustos ayında Mısırlıların tam da ihtiyacı olduğu zamanda yüz gün boyunca yükselişinin muhtemel sebeplerini anlatır. Mısır halkı içinse bu bir mucizedir. Piramitler hakkında doğru bilinen bir yanlışı da düzeltmek lazım. D. Acemoğlu son kitabında değinmiş. Mısır piramitlerini yapan işçiler öyle zorla , kötü koşullar altında çalışmamışlar. Hatta en iyi taş ustaları, el sanatçıları büyük bir şevkle ve iyi koşullarda çalışmışlar. Zamanın en iyi şartları belki de buradaymış. Bir nevi inançları için.Kahire’de sayısız tarihi eser, sayısız gidilebilecek yer olduğunu Kahire’ye varınca daha iyi anladım. Eyyubiler, Memlukler, Osmanlı, ve Antik Mısır sadece eserleri olan medeniyetlerden birkaçı. Her ne kadar bazı yerleri bakımsız kalmış olsa da Kahire bir tarih hazinesi. New Cairo’da ise körfez ülkelerinden bir esinti var . New Cairo’dayken kendimi Dubai ya da Riyad da hissettim. Kahire’nin merkezi ise kendi zamanını yaratmış ve o zamanda kaybolmaya pek niyeti yokmuş gibi hayatına devam ediyor. Camilerde insanların samimiyeti ve kolay iletişim kurmaları beni olumlu anlamda şaşırttı. Bir sokaktan diğerine yürüyerek değil de bir portaldan geçerek girmiş gibi hissettim. Kahire, türlü kültürlerin ve insanların karışımı bir şehir olarak aklıma kazındı…